anasayfa





Savaşa Hayır !

Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket



MERHABALAR...
Gelişen teknolojinin yaşamımıza getirdiği rahatlık yanında, bu gelişmenin tabiata ve çevreye verdiği kirliliğin boyutu her geçen gün hızla artmaktadır.

Yaşamı daha mükemmel hale getirmek, daha sağlıklı ve uzun bir ömür sağlayabilmek amacına dönük bu gelişmelerin,gerek kırsal, gerek kentsel alanlarda olsun, doğal kaynakları bozduğu su, hava, toprak kirlenmesine yol açtığı, bitki ve hayvan varlığına zarar verdiği son yıllarda inkar edilemez bir gerçek haline dönüşmüştür.


İklim değişiklikleri, doğal afetler, kuraklık, türlerin yokolması gibi belirtiler artık yaşamımızın bir parçası haline gelmiştir. Bu noktada gelecek kuşaklara yaşanabilir bir dünya bırakmak için her birey üzerine düşen sorumluğun farkında olmalıdır.


Temiz teknoloji, Temiz ürün, Temiz bir dünya...


Hasan Celal Güzel

Eski bakanlardan ,Gaziantep Milletvekillerinden Hasan Celal
Güzel vefat etti


Fizik tedavi için birkaç gün önce Pamukkale’deki bir termal tesise gelen eski
bakanlardan Hasan Celâl Güzel (73), böbrek yetmezliği ve tansiyon düşüklüğü nedeniyle
rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldı.

Ankara’da yapılan müdahalelere rağmen kurtarılamadı

İşte Hasan Celal Güzel’in o yazısı:

“-Sayın Milletvekillerine ithaf olunur-''

Efendim, artık 68 yaşında, su katılmamış bir avanak, hakikî
bir budala ve gayrikabil-i ıslah bir 'enayi' olduğumu itiraf ediyorum. Bana
küçük yaşımdan itibaren 'beytülmal'ın mukaddesliğini öğretmişlerdi. Hiç kimse
'Devlet malı deniz, yemeyen domuz'
dememişti.


Bütün ömrüm tâbir-i âmiyanesiyle 'eşşek gibi' çalışmakla
geçti. Çalışma hayatımda tek gün dahi izin kullanmadım. Bir gece bile doyasıya
uyuyamadım. Kimileri bana 'uykusuz müsteşar' adını takıp uçup kaçtığımı
söylerdi ama 'Ne akılsız adam yahu!' şeklindeki fısıltılar, her gün yüzlerce
telefon konuşmasıyla çınlayan kulaklarıma kadar gelirdi.

Üzerinde 'T.C. Hükümeti' yazan kurşun kalemleri, silgileri
ve kâğıtları, sadece resmî hizmetlerde, âdeta okşar gibi incitmemeye çalışarak
kullanırdım. Çocuklarım devlet malına ellerini dahi süremezlerdi. Plakaları
kırmızı ve siyah renkli resmî arabalara bir defa dahi binmediler. Yüzlerine
bakmaya kıyamadığım Mustafam ve Elifim, bir saat daha az uyuyup belediye
otobüsleri ve okul servisleriyle okula gittikleri esnada, bendeniz müsteşarlık
ve bakanlık yapıyordum. Bırakınız eşime araba tahsis etmeyi, evde devletin
personelini çalıştırmayı; idarecilik ve siyaset hayatımda lojmanda oturmadım.
Koruma görevlisi de kullanmadım. Arabamın önünde ve arkasında fiyakalı
eskortlar hiç bulunmadı.

Meğer ben ne enayiymişim!...

***

Yaptığım enayiliklerin haddi hesabı yoktur... Meselâ,

bendeniz milletvekiliyken -birkaç zarurî toplantı dışında- Meclis lokantasında
yemek yemezdim. Zira, burada çalışanlar kamu personeliydi ve çok ucuz olan
yemekler milletin kesesinden sübvanse ediliyordu. Sonra, çok beğendiğim halde, aynı
gerekçelerle TBMM Sigarası da içmedim. Ceplerim şıkır şıkır metal jetonlarla
dolu olarak dolaşır, özel görüşmelerimi kulisteki ankesörlü telefonlarla
yapardım. O zaman 'beleş' cep telefonlarımız da yoktu.

Hiçbir hediyeyi kabul etmez; ya reddeder veya demirbaşa
kaydettirerek devlete intikal ettirirdim. Yıllarca üst yöneticilik,
müsteşarlık, bakanlık yaptım; hâlen evimde bu dönemlere ait -bronz plaketler
dışındatek bir hatıra eşya göremezsiniz.

Benim anladığım mânâda siyasete 'Zengin girilir, fakir
çıkılır'. Biz enayiler, devlet hizmetini ve siyaseti böyle anlıyoruz. Siyasî
hayatımda önüme çıkan yüzlerce fırsatı teperek mal mülk edinmedim. Bilâkis,
ANAP'taki Genel Başkanlık mücadelesinde, Bond çantalarda getirilen paraları
reddederek, eşimin SSK kredisiyle aldığı Oran'daki daireyi; YDP'nin kuruluşunda
da babamdan kalan Malatya'daki ev ile dedemden kalan Gaziantep'teki evin bana
düşen hisselerini harcadım.

Bu arada, eşimin uzmanlığıyla ve alınteriyle hak ettiği
'Vakıflar Genel Müdürü' olarak tayin kararnamesini, nasıl engellediğimi de
unutmayayım.

Sadece bununla kalsa neyse... ANAP döneminde, şiddetle
muhalefetime rağmen çıkarılan 'kıyak emekliliği' reddedip tek maaşa devam
ettim. Bu haksız uygulama hâlen devam ediyor. Başbakanlık Müsteşarı'yken,
milletvekili maaşlarının buna göre ayarlanmasını gerekçe göstererek kendim için
sözleşme yapmadım ve üç yıl müddetle emrimdeki daire başkanlarından bile daha
az maaş aldım.

Meğer ben ne enayiymişim!...

***

Şimdi 70'ine merdiven dayadım. Hâlâ kirada oturuyorum.
Kendime ait tek mülküm kitaplarım... Yani, sizin anlayacağınız, gerçek anlamda
'Dikili ağacım dahi yok'. Hizmet hayatım boyunca, muhatabımın bıyık altından
gülerek dinlediği, 'Bu fukara millete ben bu masrafı hiç yaptırır mıyım?' lâfım
vardı.

Sevgili okuyucularım, bu yazdıklarımı okuyup da sakın bütün
bunlardan pişmanlık duyduğumu sanmayınız. Enayilik öylesine içime işlemiş ki
geriye dönmek mümkün olabilse gene aynısını yapardım.

Beni bütün 'enayiliğime' rağmen kimseye muhtaç etmeyen Yüce
Allahıma hamd ediyorum.”

**

"ÇÜNKÜ DENİZ BİTTİ ARTIK..."


***




Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz, Tayyip Erdoğan’a açık bir mektup yazarak, “FETÖ” ile mücadelede Bülent Arınç, Sadullah Ergin, Hüseyin Çelik’e dokunulmamasına şaşırdığını söyledi…Yavuz, mektubunda darbe sonrası alınan kararları da sert ama saygılı bir üslupla eleştirdi.

İşte Emekli Tümgeneral Ahmet Yavuz’un o tarihi mektubu:


“Sayın Cumhurbaşkanım,

Ülkemiz yakın tarihin en sıkıntılı dönemini yaşıyor. Çevremiz ve hatta içimiz adeta yangın yeri. Bu yangının acil olarak söndürülmesi gerekiyor.

Bunun için hepimize ağır sorumluluklar düşüyor. Ama en çok da size…

Hayatı, bir anlamda, araba kullanmaya benzetirim. Hep önüme bakarım. Ama ara sıra dikiz aynasına da göz atmak kaydıyla…”

“ABD’nin ‘FETÖ’yü darbeye ittiğini görüyorum”

“Yine öyle yapmak istiyorum. Önüme bakıyorum. ABD’nin FETÖ’yü darbeye ittiğini ve Türkiye’yi istediği gibi yönetmek istediğini görüyor ve kendimi doğal olarak sizin yanınızda konumlandırmak istiyorum.”

"BOP EŞBAŞKANIYDINIZ..."

“Dikiz aynasına baktığımda BOP eş başkanlığınızı görüyorum”

“Ama dikiz aynasına göz attığımda, bir yandan BOP eş başkanlığınızı; diğer yandan jeopolitikderinlikten yoksun, öngörüsüz, ABD’ye koridor inşa etme olanağı sunan, 3 milyon vatandaşını beslemek zorunda kaldığımız harap edilmiş Suriye’yi görüyorum. Bulantı yaşıyorum…”

“Bu caninin sizin sunduğunuz imkanlarla devleti ele geçirdiğini görüyorum”

“Önüme dönüyor ve FETÖ’yle mücadelenin eksiksiz yapılması gerektiğine ve bunun için sizinle birlikte olmanın zorunluluğuna odaklanıyorum. Dikiz aynasına baktığımda, bu caninin sizden önce de bir geçmişi olmasına rağmen sizin sunduğunuz çok geniş imkânlar yüzünden devleti ele geçirdiğini görüyorum. Onunla yaptığınız yakın işbirliği sonucu, yargının, devlet kurumlarının ve özellikle TSK’nın genetiğiyle oynandığını ve 15 Temmuz darbesine giden yolun taşlarının katkılarınızla döşendiğini anımsıyorum. Sis bulutu içinde kalıyorum.”

“FETÖ ile mücadele edilirken bu üç zatı muhtereme dokunulamıyor olmasına şaşıyorum(!)”

“Bu bağlamda, Özel Yetkili Mahkemeleri kaldırırken elindeki Ergenekon ve Balyoz davalarını tamamlama hakkını bu haysiyet cellatlarına bıraktığınızı unutamıyorum.

Balyoz sanıkları TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonuna üç defa “bizi de inceleyin” diye dilekçeyle başvurduğunda kaale bile alınmadıklarını hatırlıyorum.



"ACIYORUM, UNUTAMIYORUM..."

“Türkiye bağırsaklarını temizliyor” diyen Bülent Arınç’ın, 16 Temmuz sabahı uyandığında, “çeteyi yeni anladım” demesine hayıflanıyor; Türkiye’nin akciğerlerini söken bu cinayet örgütünün kim olduğunun yeni farkına varmasına/rol yapmasına acıyorum.

“Cemaat devleti ele geçirdi” iddialarına, Hüseyin Çelik’in “buna kargalar bile güler” dediğini; Balyoz Darbe Planı sahte, 2007 yılında piyasaya sürülmüş bir fontla yazılmış denildiğinde Sadullah Ergin’in Adalet Bakanı sıfatıyla “bunlar PR çalışması” nitelemesi yaptığını unutamıyorum.

Ancak FETÖ ile mücadele edilirken bu üç zatı muhtereme dokunulamıyor olmasına şaşıyorum(!)”

“Devlet aklını silerek giriştiğiniz açılım politikanızı hatırlayıp donakalıyorum”

“Üst akılın” FETÖ’den sonra son çare olarak devreye soktuğu PKK ile kararlı mücadeleniz cesaret veriyor ama devlet aklını silerek giriştiğiniz Açılım politikaları esnasında kamu güvenliği ve düzenini hiçe sayan anlayışınızı hatırlayıp donakalıyorum.

Arabayı çarpmamak için yeniden önüme dönüyorum. Sizin ve özellikle Başbakan Binali Yıldırım’ın konuşmalarından umutlanıyor, çok benimsemediğiniz ortak akıl üretme gayretine dönüş diye seviniyor; ancak aceleyle verilmiş TSK düzenlemelerini dikiz aynasında görünce, bu politikalarla mı sıkıntılı dönemi atlatacağız diye kendimi sorgulamaktan alıkoyamıyorum. Zamanlaması baştan aşağı yanlış bir uygulama görüyor, ister istemez bir arka plan sorgulamasına yöneliyorum. Kışlaların bu denli acele edilerek boşaltılmasını da, şehir içinde muharip birlik barındıran kışla olmamasını savunan bir kişi olarak benimsemiyorum.”

“Darbeyi engelleyen 1 . Ordu Komutanı askeri lise mezunuydu”

"YANINIZDA OLMAK İSTERDİM AMA..."

“Önüme dönüyor ve yanınızda olmak istiyorum. Ama dikiz aynasında askeri liseler ile ilgili kocaman yanlışınız orta yerde duruyor. Önceki ve mevcut Genelkurmay Başkanlarının sivil lise mezunu oldukları için darbeci olmadıklarını ileri sürüyorsunuz. Bu açıklamanız hem bu iki komutanın 15 Temmuz kalkışmasına giden yolda üslendikleri olumsuz rolleri görünmez kılıyor hem de darbenin önlenmesinde önemli bir payı olduğunu düşündüğüm 1. Ordu Komutanı’nın Kuleli Askeri Lisesi 1972 mezunu olduğu gerçeğini göz ardı ediyor.

Askeri lise, sivil lise tartışmasına hiç girmek istemiyor ve çok gereksiz buluyorum. Ama 15/16 Temmuz gecesinin İstanbul’da, Kara Kuvvetleri bazında bilebildiğim beş kahraman albayından dördünün askeri lise mezunu, birinin sivil lise mezunu olduğunu hatırlatmak istiyorum. Eğer o gece İstanbul’da daha çok kan dökülmediyse… Maltepe’deki 2. Zırhlı Tugay Komutanını derdest Hançeri Sayat ve Erkan Olgay albaylar (ikisi de tuğgeneral olmuştur) ve onların emirlerine uyanlar sayesindeydi. Her iki arkadaşımızın da askeri lise mezunu olduğunu hatırlayalım diyorum.

Aynı şekilde Topkule’deki 66. Mknz. Tugay’dan da daha çok tankın dışarı çıkmasını engelleyen Albay Sait Ertürk’ün askeri lise, Albay Davut Ala’nın sivil lise mezunu olduğunu bilelim istiyorum. Birincisi şehit, diğeri gazi olan bu iki muhterem arkadaşımızı neden bu tartışmanın tarafları yaptığınızı anlamıyorum. Oysa biri canını, diğeri bedeninden parçalar verdi alçaklara karşı direnerek…

Kuleli Askeri Lisesi mezunu olmakla övünen şehit Albay Sait Ertürk’ün ruhunu incitmeye hakkımız var mı, diye soruyorum.

Ömrünün üç yılını bu devletin Balyoz aptallığı yüzünden hapishanede geçirmek zorunda kalan, o gece ve gündüzü uyumadan geçiren ve bu arkadaşlarıyla iletişim halinde, alçak çete mensuplarına karşı mücadelesini uzaktan ama etkili olarak sürdüren Albay Nedim Ulusan’ın da askeri lise mezunu olmaktan övünç duyduğunu biliyorum.”

"İMAM HATİPLİ DARBECİLERİ NE YAPACAĞIZ?"

“Askeri liseleri kapatırken, ortaokul seviyesine kadar indirilen İmam Hatip Liselerinin darbeci mensuplarını nereye koyacağız? Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan uzaklaştırılan 3 bin civarında kurum mensubunun sanırım en az yüzde sekseni İmam Hatip Lisesi mezunu değil midir? Ya o haysiyet celladı hâkim ve savcıların, birisi açıklasa da hangi okul kökenli olduğunu öğrensek! Her İmam Hatipliyi masum ya da bunlara bakarak darbeci görmek ne kadar yanlışsa, askeri liselerin darbeci ürettiği tezi de o kadar yanlıştır.”

“Sayın Cumhurbaşkanım,

Gelinen nokta iflas noktasıdır. Ama orada takılıp kalmak istemiyorum, kimse de istemiyor. Çünkü bu badireye seyirci kalma lüksümüz olmadığı gibi, çıkış yolu bulmak gibi bir sorumluluk omuzlarımıza çökmüştür. Bunun için aklı başında olan herkese görev düşüyor. Bu yolu açmak da size… Bunun için sade, basit ama zor bir yöntem var… Liyakati merkeze koymak ve sorun çözme becerisini devreye sokmak.

Bunun nasıl yapılacağı önemli ölçüde sizin göstereceğiniz ferasete bağlıdır. Bunun için sadece size oy verenleri değil, herkesi kucaklamanızı sizden bekliyoruz.

Cumhuriyet ve kurucularıyla kavga etmek bir yana onun herkesi hukuk karşısında eşitleyen felsefesine sahip çıkmanızı bekliyoruz.

Herkesin inancını kendisiyle Allah arasındaki bir ilişkiye indirgemesinin gerekliliği ortadadır. Bunun siyasal bir örgütlenme için yapı taşı olarak ele alınamayacağını ilke olarak benimsemenizi ve taraftarlarınıza benimsetmenizi bekliyoruz.

Her dediğinize “evet” diyen ve size ve ülkenin geleceğine zerrece katkısı olmadığı açığa çıkmış bazı danışmanlarınızı da etrafınızdan uzaklaştırmanızı, gerçeğin sadık bekçilerine çevrenizde yer vermenizi bekliyoruz.

TBMM’yi gerçek hüviyetine kavuşturma iradesini sergilemenizi bekliyoruz.

Bunları yapmadığınız takdirde, benim gibi düşünen milyonları ikna edemeyeceksiniz. Ve ülkenin çökme tehlikesini giderek büyütecek ve muhtemelen ilk altında kalan da siz olacaksınız! Çünkü deniz bitti…

Saygılarımla.”


Güzel sayfa



''measlan''

Çevredeki Savaş

Kimi kahramanlık heveslisi kişilere göre tarihi savaşlar yaratmıştır. Ancak izlediğimiz Körfez Savaşı da kanıtlıyor ki savaş tarihin de yıkımı demektir. Duyarlı kamu yöneticilerine düşen görev en ivedi olarak savaşı durdurmanın yollarını bulmalarıdır.



Yazı: Mehmet Aslan



Acaba, Körfez Savaşıyla birlikte ortaya çıkan ilk çevre tahribatı Saddam'ın Kuveyt petrolünü denize pompalaması, akıl almaz ve çağdışı tutumuyla mavi sulara akıtılan petrol kirliliği midir? Savunma adına, öç alma adına yok edilmeye başlanan doğal çevre, savaşın tek kurbanı mıdır? Hiç soruluyor mu kültürel çevre ne alemde diye? İnsanlığın, binlerce yılda yarattığı ve bir daha hiç bir ileri teknolojinin geri getirmeyeceği zenginlikler ne alemde diye?

Savaşı odalarımıza kadar getiren ileri teknoloji, elbette ki savaş pilotlarına da nereyi bombalayacakları konusunda şaşmaz olanaklar sağlıyordu. Kimilerince yüzyılın olayı olarak savunulan bilimsel-teknojik devrimin, hiç de öyle, her alanda insanlığa hizmet etmediği ortaya çıktı. Binlerce yakın uçuş ve bu sortilerde Irak'ın üzerine yağdırılan binlerce ton bomba; müttefikleri hala bir kara savaşına hazırlayamamış buna karşın, sivil yerleşme bölgeleri ve savaşla hiç ilgisi olmayan kentleri, mahalleleri çökertmiş, bir zamanlar uygun fiyatlarla Saddam'a satılan silahları tümüyle yok edememişti.

İnsanlığın kaderine bakın ki yerleşik düzeni yani uygarlığı, birkaç yüzyıllık bir tarihle sınırlı olan ABD, binlerce yıllık insanlığa kültürel zenginlik sunan bir bölgeyi, üstelik uygarlık adına bombalamaktadır. Hadi, diyelim ki Amerikalılar, kültürel zenginliğin önemini bilmezler. Çünkü onların, ne Harun Reşid'lere, Hamurrabilere, Babil'lere uzanan bir geçmişleri vardır, ne de Kızılderilileri ve kültürlerini ortadan kaldırmaktan başka bir gelenekleri...

Peki, şu Avrupalılara ne demeli? Dünya kültürünün ve sanatının merkezi olmalarıyla övünen; tarihsel kentlerini koru-ma konusunda hala övünmelerle coşkulananlara ne oluyor?

Nerede uluslararası koruma protokollerine attıkları imzalar?

Ne Saddam'ın insanlık dışı politikası ne de ABD ve müttefiklerinin barış ve demokrasi nutukları, Ortadoğu'da işle-nen kültürel cinayetinin aklanması için haklı gerekçe olabilir.

Tüm dünyanın uygar insanları ve başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası tüm kuruluşlar, petrole bulanan canlılar kadar yıkım ve yok olmaya terk edilen tarihsel zenginlikleri de görmek zorundadırlar.

Irak'ta bombalanan salt bir diktatör değil, koskoca uygarlık mirasıdır. İnsanlık, buna ne zaman dur diyecek?

Mezopotamya uygarlıkları üzerine yağdırılan binlerce ton bomba, denize akıtılan petrol ve gökyüzüne savrulan dumanlar, 2000'li yıllarda hala gidecek başka gezegen yok uyarılarına pek kulak asılmadığını gösteriyor. Üstelik, petrol egemenliği uğruna bu kanlı ve kirli fırtınayı estirenler aynı anda dünyanın en uygar ülkeleri olduklarını da dile getirmekten geri kalmıyorlar.

Bugün ise beyaz adam bir zamanlar kana, ateşe ve baruta bulayarak yerleştiği topraklardan uçup gelerek ve ateşli silahlarını artık bilgisayarlarla donatarak, yaşadığı kıtadan binlerce kilometre uzaklarda yine bu dünya benim diyor.

Bu hırs neden bitmiyor?

Çevrenin düşmanı bilinçsiz insanoğlu değildir. Egemen olmak, güçlü olmak, en büyük olmak... Bütün bunlar bir bilinç ürünüdür ve kökeninde insanlığa ait ortak zenginliklere el koymak, bu zenginliklerin sahibi olmak amacı ve isteği yatmaktadır.



"Çöl fırtınası"nı estirenler için uygarlığın petrole endeksli bir ekonomik tutku olduğu artık iyice açığa çıkmıştır. Evet, Türkiye savaşa girmemekle çok iyi etmiştir,ve bundan sonra da girmemelidir.''Yurtta sulh,cihanda barış''ilkesine sonuna kadar sadık kalmalıdır.






Photo Sharing and Video Hosting at Photobucket

Çevredeki Savaş

Kimi kahramanlık heveslisi kişilere göre tarihi savaşlar yaratmıştır. Ancak izlediğimiz Körfez Savaşı da kanıtlıyor ki savaş tarihin de yıkımı demektir. Duyarlı kamu yöneticilerine düşen görev en ivedi olarak savaşı durdurmanın yollarını bulmalarıdır.


Çevredeki Savaş

Yazı: Mehmet Aslan

Acaba, Körfez Savaşıyla birlikte ortaya çıkan ilk çevre tahribatı Saddam'ın Kuveyt petrolünü denize pompalaması, akıl almaz ve çağdışı tutumuyla mavi sulara akıtılan petrol kirliliği midir? Savunma adına, öç alma adına yok edilmeye başlanan doğal çevre, savaşın tek kurbanı mıdır? Hiç soruluyor mu kültürel çevre ne alemde diye? İnsanlığın, binlerce yılda yarattığı ve bir daha hiç bir ileri teknolojinin geri getirmeyeceği zenginlikler ne alemde diye?

Savaşı odalarımıza kadar getiren ileri teknoloji, elbette ki savaş pilotlarına da nereyi bombalayacakları konusunda şaşmaz olanaklar sağlıyordu. Kimilerince yüzyılın olayı olarak savunulan bilimsel-teknojik devrimin, hiç de öyle, her alanda insanlığa hizmet etmediği ortaya çıktı. Binlerce yakın uçuş ve bu sortilerde Irak'ın üzerine yağdırılan binlerce ton bomba; müttefikleri hala bir kara savaşına hazırlayamamış buna karşın, sivil yerleşme bölgeleri ve savaşla hiç ilgisi olmayan kentleri, mahalleleri çökertmiş, bir zamanlar uygun fiyatlarla Saddam'a satılan silahları tümüyle yok edememişti.


İnsanlığın kaderine bakın ki yerleşik düzeni yani uygarlığı, birkaç yüzyıllık bir tarihle sınırlı olan ABD, binlerce yıllık insanlığa kültürel zenginlik sunan bir bölgeyi, üstelik uygarlık adına bombalamaktadır. Hadi, diyelim ki Amerikalılar, kültürel zenginliğin önemini bilmezler. Çünkü onların, ne Harun Reşid'lere, Hamurrabilere, Babil'lere uzanan bir geçmişleri vardır, ne de Kızılderilileri ve kültürlerini ortadan kaldırmaktan başka bir gelenekleri...


Peki, şu Avrupalılara ne demeli? Dünya kültürünün ve sanatının merkezi olmalarıyla övünen; tarihsel kentlerini koru-ma konusunda hala övünmelerle coşkulananlara ne oluyor?


Nerede uluslararası koruma protokollerine attıkları imzalar?


Ne Saddam'ın insanlık dışı politikası ne de ABD ve müttefiklerinin barış ve demokrasi nutukları, Ortadoğu'da işle-nen kültürel cinayetinin aklanması için haklı gerekçe olabilir.


Tüm dünyanın uygar insanları ve başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası tüm kuruluşlar, petrole bulanan canlılar kadar yıkım ve yok olmaya terk edilen tarihsel zenginlikleri de görmek zorundadırlar.


Irak'ta bombalanan salt bir diktatör değil, koskoca uygarlık mirasıdır. İnsanlık, buna ne zaman dur diyecek?


Mezopotamya uygarlıkları üzerine yağdırılan binlerce ton bomba, denize akıtılan petrol ve gökyüzüne savrulan dumanlar, 2000'li yıllarda hala gidecek başka gezegen yok uyarılarına pek kulak asılmadığını gösteriyor. Üstelik, petrol egemenliği uğruna bu kanlı ve kirli fırtınayı estirenler aynı anda dünyanın en uygar ülkeleri olduklarını da dile getirmekten geri kalmıyorlar.


Bugün ise beyaz adam bir zamanlar kana, ateşe ve baruta bulayarak yerleştiği topraklardan uçup gelerek ve ateşli silahlarını artık bilgisayarlarla donatarak, yaşadığı kıtadan binlerce kilometre uzaklarda yine bu dünya benim diyor.


Bu hırs neden bitmiyor?


Çevrenin düşmanı bilinçsiz insanoğlu değildir. Egemen olmak, güçlü olmak, en büyük olmak... Bütün bunlar bir bilinç ürünüdür ve kökeninde insanlığa ait ortak zenginliklere el koymak, bu zenginliklerin sahibi olmak amacı ve isteği yatmaktadır.


"Çöl fırtınası"nı estirenler için uygarlığın petrole endeksli bir ekonomik tutku olduğu artık iyice açığa çıkmıştır. Evet, Türkiye savaşa girmemekle çok iyi etmiştir,ve bundan sonra da girmemelidir.''Yurtta sulh,cihanda barış''ilkesine sonuna kadar sadık kalmalıdır.

Savaş kötü şey be kardeşim!

***

Çevre ve İnsan Hakkı
Mehmet Aslan

"Çevre" , her iki yönüyle de yani hem doğal çevre, hem de insan yapısı çevre olarak, insanoğlunun esenliği ve temel insan haklarından yararlanması için ve hatta hayatın kendisi için gereklidir.



İnsanın, şerefli ve huzurlu bir hayata izin verecek kalitede bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve elverişli hayat şartları içinde yaşaması temel hakkıdır.



Başkalarının ve toplumun çevre hakkına saygılı olmak konusunda, bireylere toplumsal ve etik bir sorumluluk düştüğü, günümüzde genellikle benimsenen bir görüştür. İnsanca bir yaşamın en önemli koşulları arasında yer alan "çevre" nin, toplumdaki duyarlı kesimler arasında bile "marjinal" konumunu sürdürdüğünü görmekteyiz. "Barış hakkı", "yaşama hakkı", "savunma hakkı" gibi "yaşanabilir bir çevre" hakkının da insanın en doğal ve demokratik gereksinimleri arasında yer almaktadır.

"Savaşa hayır" demenin bir tutuklama gerekçesi olabildiği; ceza evlerindeki çağdışı koşullara karşı insanların ancak "açlık grevleriyle" seslerini duyurabildikleri; anadilleriyle konuşmak isteyenlerin hala "bölücü" sayılabildiği bir ortamda, çevre sorunlarına karşı beklenen önemin verilmemesi, göreceli bir haklılık kazanabilir. Ancak "İnsan hakları" dendiğinde ve bu hakları savunmak için bir tek günle yetinilmeyip kapsamlı bir hafta düzenlendiğinde, insanı her yönüyle geliştirecek bir çevrenin de savaşın gündemine alınması gerekir. 1972 Haziran'ında Stockholm'da toplanan Birleşmiş Milletler Konferansı, 1948 İnsan Hakları Bildirgesi'ni tamamlayan ve bu tarihi belgeleyen ünlü "Dünya Çevre Deklerasyonu yayımlandı.

Şerefli ve huzurlu bir hayata izin verecek kalitede "bir çevrede", "özgürlük, eşitlik ve elverişli hayat şartları içinde yaşamanın da en temel insan hakkı olduğu vurgulandı. Bu hakkın elde edilebilmesi için ise olmazsa olmaz koşul olarak ırk ayrımını, sömürgeciliği ve diğer eziyet çeşitlerini, yabancı tahakkümünü destekleyen ve devamlı kılan politikaların yasak olduğu ve bir an önce terk edilmesi gerektiği ilan edildi. "Yaşanabilir bir çevre" için reddedilen bu politikalar, aynı anda öbür temel insan hak ve özgürlüklerini yok eden uygulamaların da nedeni değil midir?

Spekülatif amaçlarla su havzalarını kaçak yapılaşmayı çiğnetenler, bir yandan milyarlar kazanırlarken, öbür yandan İstanbul'un susuz kalmasına neden olmuşlar ve halkın "sağlıklı yaşama hakkı" nı yok etmişlerdir.

Kıyı kentleri çok yıldızlı otellere ve lüks tatil köylerine tutsak edenler, yöre halkını turizme kazandırmak yerine, onları salt turistlere hizmet edenler konumuna getirmişler, bir komi toplum kültürü yaratarak insanın "onurlu yaşama hakkı" nı ortadan kaldırmışlardır.

Yatırımların sürekli iş çevrelerinin istedikleri yörelere yapılması sonucunda geri kalan Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun insanları, iş ve ekmek için batıya doğru akmaya devam etmekte; denetimsiz ve çarpık kentleşmenin girdabı içinde "barınma hakkı" ndan bile yoksun bir yaşamın her türlü işkencesi altında ezilip kalmaktadırlar.

Dünya, savaştan işkenceye kadar her türlü insanlık dışı uygulamanın nedeni ile doğal ve kültürel değerleri yok eden kalkınmış modellerinin gerekçeleri arasında iç içe geçmiş bir koşutluk bulunduğunu 1970'lerde görmeye ve savaşımı birleştirmeye başladı.

İnsanlığın gelişimine bağlı olarak hükümetlere düşen en önemli görev; dünyanın tüm halklarının gereksinimlerini ve amaçları doğrultusunda barışı temel ilke edinmektir. Hükümetler, kaynaklarını savaş üretmek amacıyla değil, insanlığını gelişimi, yaşam koşullarının iyileştirmesi yolunda kullanmalıdırlar.

"Çevre" , her iki yönüyle de yani hem doğal çevre, hem de insan yapısı çevre olarak, insanoğlunun esenliği ve temel insan haklarından yararlanması için ve hatta hayatın kendisi için gereklidir.

İnsanın, onurlu ve huzurlu bir hayata izin verecek kalitede bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve elverişli hayat şartları içinde yaşaması temel hakkıdır

Mehmet Aslan

"Çevre" , her iki yönüyle de yani hem doğal çevre, hem de insan yapısı çevre olarak, insanoğlunun esenliği ve temel insan haklarından yararlanması için ve hatta hayatın kendisi için gereklidir.

İnsanın, şerefli ve huzurlu bir hayata izin verecek kalitede bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve elverişli hayat şartları içinde yaşaması temel hakkıdır.

Başkalarının ve toplumun çevre hakkına saygılı olmak konusunda, bireylere toplumsal ve etik bir sorumluluk düştüğü, günümüzde genellikle benimsenen bir görüştür. İnsanca bir yaşamın en önemli koşulları arasında yer alan "çevre" nin, toplumdaki duyarlı kesimler arasında bile "marjinal" konumunu sürdürdüğünü görmekteyiz. "Barış hakkı", "yaşama hakkı", "savunma hakkı" gibi "yaşanabilir bir çevre" hakkının da insanın en doğal ve demokratik gereksinimleri arasında yer almaktadır.

"Savaşa hayır" demenin bir tutuklama gerekçesi olabildiği; ceza evlerindeki çağdışı koşullara karşı insanların ancak "açlık grevleriyle" seslerini duyurabildikleri; anadilleriyle konuşmak isteyenlerin hala "bölücü" sayılabildiği bir ortamda, çevre sorunlarına karşı beklenen önemin verilmemesi, göreceli bir haklılık kazanabilir. Ancak "İnsan hakları" dendiğinde ve bu hakları savunmak için bir tek günle yetinilmeyip kapsamlı bir hafta düzenlendiğinde, insanı her yönüyle geliştirecek bir çevrenin de savaşın gündemine alınması gerekir. 1972 Haziran'ında Stockholm'da toplanan Birleşmiş Milletler Konferansı, 1948 İnsan Hakları Bildirgesi'ni tamamlayan ve bu tarihi belgeleyen ünlü "Dünya Çevre Deklerasyonu yayımlandı.

Şerefli ve huzurlu bir hayata izin verecek kalitede "bir çevrede", "özgürlük, eşitlik ve elverişli hayat şartları içinde yaşamanın da en temel insan hakkı olduğu vurgulandı. Bu hakkın elde edilebilmesi için ise olmazsa olmaz koşul olarak ırk ayrımını, sömürgeciliği ve diğer eziyet çeşitlerini, yabancı tahakkümünü destekleyen ve devamlı kılan politikaların yasak olduğu ve bir an önce terk edilmesi gerektiği ilan edildi. "Yaşanabilir bir çevre" için reddedilen bu politikalar, aynı anda öbür temel insan hak ve özgürlüklerini yok eden uygulamaların da nedeni değil midir?

Spekülatif amaçlarla su havzalarını kaçak yapılaşmayı çiğnetenler, bir yandan milyarlar kazanırlarken, öbür yandan İstanbul'un susuz kalmasına neden olmuşlar ve halkın "sağlıklı yaşama hakkı" nı yok etmişlerdir.

Kıyı kentleri çok yıldızlı otellere ve lüks tatil köylerine tutsak edenler, yöre halkını turizme kazandırmak yerine, onları salt turistlere hizmet edenler konumuna getirmişler, bir komi toplum kültürü yaratarak insanın "onurlu yaşama hakkı" nı ortadan kaldırmışlardır.

Yatırımların sürekli iş çevrelerinin istedikleri yörelere yapılması sonucunda geri kalan Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun insanları, iş ve ekmek için batıya doğru akmaya devam etmekte; denetimsiz ve çarpık kentleşmenin girdabı içinde "barınma hakkı" ndan bile yoksun bir yaşamın her türlü işkencesi altında ezilip kalmaktadırlar.

Dünya, savaştan işkenceye kadar her türlü insanlık dışı uygulamanın nedeni ile doğal ve kültürel değerleri yok eden kalkınmış modellerinin gerekçeleri arasında iç içe geçmiş bir koşutluk bulunduğunu 1970'lerde görmeye ve savaşımı birleştirmeye başladı.

İnsanlığın gelişimine bağlı olarak hükümetlere düşen en önemli görev; dünyanın tüm halklarının gereksinimlerini ve amaçları doğrultusunda barışı temel ilke edinmektir. Hükümetler, kaynaklarını savaş üretmek amacıyla değil, insanlığını gelişimi, yaşam koşullarının iyileştirmesi yolunda kullanmalıdırlar.

"Çevre" , her iki yönüyle de yani hem doğal çevre, hem de insan yapısı çevre olarak, insanoğlunun esenliği ve temel insan haklarından yararlanması için ve hatta hayatın kendisi için gereklidir.

İnsanın, onurlu ve huzurlu bir hayata izin verecek kalitede bir çevrede, özgürlük, eşitlik ve elverişli hayat şartları içinde yaşaması temel hakkıdır

***

Tuesday, March 26, 2024

Friday, February 23, 2024

ON KEZ AÇTI KIR ÇİÇEKLERİ...

ON KEZ AÇTI KIR ÇİÇEKLERİ... On sene önce doğan çocuklar büyüdüler... On senede birer birey oldular... On senede okumayı, yazmayı, düşünmeyi, problem çözmeyi öğrendiler... Soru sorma... Bir de o sorarsa, çuvallarsın... Cin gibi uyanıklar... Sen uyanmadın... * On senede on binlerce gelişme oldu insan yaşamında... Her şeyin akıllısını yaptılar... Akıllı telefon... Akıllı tava... Akıllı araba... Akıllı bina... Akıllı klozet... Akıllı kart... Akıllı banka... Akıllı yatak... Fırının akıllısı çıktı mesela; tavuk koy, kızarınca “çevir” diye sesleniyor hanıma... Yani biraz daha akıl verseler, tavuğa “Geçmiş olsun birader, nasıl düştün?” diyecek... Balık yerine içine hıyar koysan, itiraz ediyor... Tanıyor çünkü fırın... Sen?.. Akıllanmadın... * Ne yapmalı?.. On senedir; gurur duyduğun kahramanlarını hücrelere doldurarak, sana niyetlerini anlatıyorlar... On senedir telefonla konuşmaya korkuyorsun, sana amaçlarını gösteriyorlar... On senedir cumhuriyet değerlerini yıkarak kimliklerini kanıtlıyorlar... Kömür dersen... O kömür dahi, aslında sana on senedir yoksulluğunu ispatlıyor... On senedir bakıyorsun... On senedir dinliyorsun... On senedir anlamıyorsun... * 10 sene oldu... On yaz, on kış, on ilkbahar, on sonbahar geçti... On kez yeni yıla girdi, on kez çıktı dünya... On kez havaya, suya, toprağa cemreler düştü... On kez beyaza büründü... On kez yeşile döndü ova... On kez meyve verdi ağaçlar... Arılar on kez kovan kovan bal yaptılar... Ayı on kez uyandı kış uykusundan... Leylek on kez gelip buldu yuvasını... Kır çiçekleri on kez açtı... On senede taş, toprak on kez uyandı... Sen uyanmadın... * Peki söyle yazgım, canım, kanım... Ne zaman?.. Ne zaman uyanacaksın?.. ★★★ 24 Şubat 2013 - Bekir Coşkun

Ali Talip Özdemir

Thursday, February 22, 2024

ÖMÜR DENEN YOLCULUKTAN GERİYE KALANLAR... Doç. Dr. Şafak Nakajima Zihninizde, yaşamınızın sonuna yaklaştığınızı canlandırın. Geriye dönüp baktığınızda, hangi başarılarınız ya da deneyimleriniz sizin için en anlamlıydı? Bu soruya vereceğiniz cevaplar yaşamınızın özeti gibidir; değerlerinizi ve hedeflerinizi daha iyi anlamanıza yardımcı olabilir. Anılarınızı düşündüğünüzde, aile ve dostlarla geçirilen özel zamanlar mı, yoksa kişisel ve profesyonel başarılar mı aklınıza geliyor? Ya da yaşamın farkındalık kazandırdığı anlar mı ön planda? Sevdiklerinizde nasıl bir izlenim bırakmayı umuyorsunuz? Sevgi dolu, anlayışlı, paylaşımcı bir birey olarak anılmak mı, yoksa cesur ve kararlı bir lider mi? Belki de birçok insanın hayatına dokunan, pozitif etkiler bırakan biri olarak hatırlanmak sizin için daha önemlidir. Çocukluk yıllarındaki kendinize birkaç tavsiye verebilme şansınız olsaydı, ona neler söylerdiniz? Risk almanın, yeni deneyimlere açık olmanın ve korkuları aşmanın önemini vurgular, hayallerini gerçekleştirmesi için cesaretli adımlar atmaya teşvik eder miydiniz? Belki de ilişkilerin değerini anlamak, empati geliştirmek ve sürekli öğrenmeye açık olmak gibi hayat derslerini paylaşırdınız. Peki, şu anki siz olarak, bu değerlere ve hedeflere ulaşmak için hangi adımları atabilirsiniz? Yaşamınızın sonunda geride bıraktıklarınız, sizin değerleriniz, başarılarınız ve deneyimlerinizle şekillenir. Bu nedenle, şu anda vereceğiniz her karar, yapacağınız her seçim ve atacağınız her adım, ileride bu sorulara daha anlamlı ve tatmin edici cevaplar vermenize olanak tanır. Aslında, geleceğe bırakabileceğimiz en değerli miras da zaten, bugünkü anları değerli kılmaktan başka bir şey değil midir?

Saturday, June 27, 2015

MEHMET ASLAN

merhaba dünya hello world!





'Ülke bölünüyor' Prof. Dr. Güntekin Köksal

'Ülke bölünüyor'İşadamı

 Prof. Dr. Güntekin Köksal'dan Başbakan'a açık mektup
“Sayın Başbakan,
Ben müsaadenizle önce kısaca kendimi tanıtayım.
77 yaşında bir işadamıyım.
Devlet bursu ile Avrupa'da okudum.
Maden ve petrol konularında 2 master yaptım. Yurda döndükten sonra 10 senesi Batman'da olmak üzere 17 sene TPAO'da çalıştım. 34 senedir de 1974'te kurduğum Pet Holding şirketlerini yönetiyorum.
SSCB, Almanya, Rusya, Kazakistan, Azerbaycan ve Yemen'de başarılı yatırımlar yaptım. Halen Türkiye, Kuzey Irak ve Yemen'de çok değerli sahalarda petrol üretimi yatırımlarım var. Çeşitli konularda ilklere imza atan, girişken bir müteşebbisim.
Sigortasız adam çalıştırmam.
Vergi kaçırmam...
Köklü bir aileden geliyorum.
Dedelerim, sadrazam, vezir, asker olarak ülkemize hizmet etmiştir. Atatürk ve devrimlerine çok bağlıyım. Atatürk olmasaydı ve bu devrimleri yapmasaydı bugün bizim dinimiz ve ismimizin de aynı kalması imkânı olmadığına inanırım. Kısacası yüzde yüz bir Atatürk çocuğuyum
Allah'a inancım tamdır..
Allah'ın dürüst, çalışkan, doğru insanların daima yanında olduğuna tecrübelerimle de inanırım. Türkiye'den kolay kolay vatan haini çıkmaz. Sizin ülkenizi sevdiğinize ve kendi stilinizde ülkemizi kalkındırmaya çalıştığınıza inanıyorum. Zeki, çalışkan ve çok karizmatik bir karaktere sahip olduğunuzu da biliyorum. Ancak ülkenin bugünkü durumunu üzülerek söyleyeyim ki hiç iyi görmüyorum. Hemen sinirlendiğinizi, kızdığınızı ve söylendiğinizi görüyorum. Medyaya sinirli, sert, kırıcı beyanatlar veriyorsunuz. Bir başbakanın her dakika sinirlenmeye hakkı yoktur.
Ülke bölünüyor...
Biz ve onlar diyorsunuz.
Bu ne demek?
Tarihimizde hiçbir başbakan halka böyle hitap etmemiştir.
Kendinize hâkim olun!
Senelerce üniversitelerde hocalık yaptım. Konferanslar verdim.
Babanız yaşındayım.
Üniversitede hocayım.
Bu yüzden hiçbir işadamının yapamadığı bu ikazları yapmaya hakkım var.
Sayın Başbakan!
Müsaadenizle size birtakım tavsiyelerde bulunuyorum:
Bugün çok güçlüsünüz.
Ya yarın? Allah bilir!!!
İnsanlar kendilerini en güçlü hissettikleri zamanlarda en büyük hataları yaparlar. Tarihte bu husus defaatla sabittir.
Ancak şu atasözünü hiç unutmayın!
"Böbürlenme padişahım, senden büyük Allah var"
"Keskin sirke küpüne zarar verir!"
Sinirlerinize hâkim olun!
Bağırıp çağırıp kötü konuşmayın.
İnsan kalbi sırça gibidir.
Kırdığınızda tamiri imkânsızdır.
Çok ağır konuşuyorsunuz.
Aydınlara, medyaya, yargıya, üniversitelere değer verin, görüşün, fikirlerini alın! Onlar da bu memleketin çocukları!!! Onların fikirleri, görüşleri, bilgileri, tavsiyeleri etrafınızdaki çok kişiden daha değerli olabilir. Her güçlü kişinin etrafının "evet efendimciler", "dalkavuklar" tarafından sarılmış olduğunu bilmeniz lazım.
Etrafınızdakilerin çoğunluğu her şeyi size soruyorlar. Her şeyi hiç kimse bilemeyeceği gibi siz de bilemezsiniz. Bilmediklerinizi açıkça söyleyin. Her hususta fikir beyan etmeyin, danışın, öğrenin. Monolog yapıyorsunuz. Diyalog yapmaya çalışın!
Hayvanlar koklaşarak, insanlar konuşarak anlaşırlar.
Sadece sizin gibi düşünenleri işlerin başına getirmeyin! Bugün birçok kamu müessesemizin işi bilmeyenler tarafından yönetildiğini görüyorum.
Kadrolaşmayın!
Sadece sempatizanlarınızı veya öyle görünenleri kadrolara yerleştirmeyin.
"Hayır! Yapmıyorum!" demeyin.
Ben Ankara'da yaşıyorum.
Duyuyor, kontrol ediyor ve görüyorum. Kapasitesiz, bilgisiz insanlar önce memlekete, sonra size zarar verir. ( Gercekden bu tiplerin sayısı hergun artıyor , zararı RTE’ na da olacak…)
Diktatörleşmeyin!
Milletvekillerinize dahi beyanat vermeyi yasaklamayın! Medyayla, aydınlarla, yargıyla, askerle, üniversitelerle inatlaşmayın. Sadece türban serbestliğini Anayasa'mızda değiştirmek dahi AB'ye girmemize büyük bir engel olacaktır.
Laikliğe, sizin tabiriniz ile ciğerden inanın, güvenin. Laiklik dini özgürlüklerin değişmez kanunudur.
Bir hadis-i şerif diyor ki: "Cenab-ı Hak sevdiği yöneticilerin yanına açık sözlü danışmanlar nasip eder, sevmediklerine de dalkavuklar musallat eder." Sıkça bahsettiğiniz büyük Türk düşünürü Edebali Hazretleri'nin öğütlerini bir kez daha okumanızı, içtenlikle tavsiye ediyorum.
Saygılarımla...
Prof. Dr. H. Güntekin Köksal
Pet Holding
Yönetim Kurulu Başkanı"